Çoluk Çocuk Sanat Yumağı

90'larda Galata Köprüsü'nün altında neler döndüğünü biliyor musun? Ben bilmiyorum tabii ki, çocuktum. Ancak bugünün otuz yaş üstü sanatçılarının o yıllarda Galata Köprüsü'nü işgal ettiklerini çok duyduk. İnsan şimdi binlerce insana aynı anda şarkı söyleten insanların o dönemde batıya yüzlerini dönüp kendilerini, sanatı keşfettikleri yerleri merak ediyor. Her şehrin, her dönemin gerisinde böyle "underground" bir geçmiş yatıyor sanırım. Çoluk Çocuk'u okuduğumda hemen aklıma Galata Köprüsü geldi. Kim bilir daha nereler, ne insanlar ve ne hikâyeler var; ama İstanbul'un Chelsea Hotel'i de burası bence.


Bir müzisyen ve aktivist olarak bildiğimiz Patti Smith'in başka bir yönünü keşfediyoruz bu kitapla. Bu kadın, sanatın her noktasına dalıp çıkmış bir balık, tuttuğunun kanını emen bir kene adeta. Şöhret yolunda hiç de emin adımlarla ilerlemeyen çılgın ikili Patti Smith ve Robert Mapplethorpe’un yaşama başarısını anlatıyor kitap. Tesadüf eseri Brooklyn'de karşılaşıyorlar ve ömür boyu bitmeyecek bir dostlukla birbirlerine bağlanıyorlar. Beckett'in dediği gibi, deniyorlar, yanılıyorlar, tekrar deneyip daha iyi yanılıyorlar.

Patti Smith, Robert'a yaşadıklarını kitaplaştıracağına dair söz veriyor ve ortaya bu otobiyografik kitap çıkıyor. Aslında bu yalnızca ikisinin biyografisi değil, Patti Smith 60'lı ve 70'li yılların Amerika'sına da ışık tutuyor. Her satırda "şimdi hangi ressama hangi müzisyene rastlayacağım," diye düşünüp İstinyePark moduna geçiyorsun.

Aşk, bağlılık, bağımlılık, hırs ve inanılmaz bir sanat tutkusu var Çoluk Çocuk'ta. "Ben ne acılar çektim," diyene acıyı sorgulatıyor.

Elim Ayağım Boşalıyor: The Long Room

Daha önce birkaç kez Stendhal sendromu yaşadığımı zannetmiştim. Bilmiyorum, belki onlar da öyleydi ama gerçek Stendhal sendromunu Long Room'a girince yaşadım.

Telefonumla gizlice çektiğim titrek fotoğraf yerine bunu uygun gördüm.

Dublin'in en ünlü ve büyük üniversitesi Trinity College'da bulunan bu kütüphanenin en büyük ve ihtişamlı odasının ismi Long Room (Uzun Oda). 1700'lü yıllarda yapılmış burası ve kütüphanedeki binlerce eski kitap bu odada tutuluyor. Odanın iki kenarında ünlü düşünürlerin ve yazarların büstleri var.

Kütüphaneye İngiltere'de ve İrlanda'da basılan her kitaptan bir örnek gönderilmeye başlanmış 1800'lü yıllarda. Bu yüzden de aklına gelmeyecek kadar kitabın ilk basımlarını burada görebilirsin. İngiliz ve İrlanda edebiyatını çok seven biri olarak bilincimi, hareket kabiliyetimi kaybettiğimi söyleyebilirim.

Bir süre nefes almadan etrafıma bakındığım için vücudum titremeye başladı ve odadaki banklardan birine kendimi zor attım. Ciddiyim, şımarmıyorum. Long Room, unutamayacağım harika ve korkunç bi' deneyimdi benim için.

Book of Kells'i ve Trinity College'ı sonra ayrıntılı yazarım.

Amerika Üçlemesi: Dogville-Manderlay-Şey

Lars Von Trier, Danimarka'nın dünyaya en güzel armağanı herhalde. Ben, maceraya koşulan, duygulara ya da sinirlere oynayan, başı sonu olan filmleri değil; beni sarsan, bir süre sessiz kalmamı sağlayan ve yıllar sonra da bazı sahneleri ve diyalogları aklımda kalabilecek ağırlıkta olan filmleri seviyorum.

Dogville ve Manderlay, bu açıdan farklı ve eşsiz bir sinema deneyimi bence. Aslında Amerika üçlemesi olarak başlayan bir serinin iki filmi, üçüncü henüz yok. İki filmde de konunun geçtiği kasabalar bir tiyatro sahnesinde betimlenmiş. Görünürde duvarlar yok, odalar yok. Filmlerde görmeye alıştığımız para akıtılan dekorlar yok. Filmler şöyle bir sahnede geçiyor;


İnsan başta bomboş bir sahnede çekilen bir filme odaklanmanın zor olacağını düşünüyor; ancak kurgusu ve oyunculuklarıyla filmler seni kendine öyle bir çekiyor ki, bittiğinde "aa film tiyatro sahnesinde çekilmiş," diyorsun.

Dogville ve Manderlay genel olarak özgürlük ve demokrasinin eleştirisi diyebiliriz. "Kitap gibi film" denilebilecek diyaloglarıyla birlikte Trier edebiyatı, sinemayı ve tiyatroyu bir araya toplayıveriyor.

Gangsterlerden kaçan Grace Dogville kasabasına sığınıyor. İnsanların önce koruyup kolladıkları Grace'e karşı tutumlarının nasıl değiştiğini, sosyal psikolojinin nasıl işlediğini izliyoruz film boyunca. Kapitalizmin sert bir şekilde eleştirildiği filmin sonunda gerçek iyiyi ve gerçek kötüyü sorguluyoruz.


Manderlay'de ise Grace köleliğin kaldırılmasından 70 yıl geçmiş olmasına rağmen kölelik kanunlarıyla yaşayan bir çiftlikte kalıyor. Çiftlikteki zencilere özgürlüğün ve demokrasinin ne olduğunu öğretmeye çalışıyor. Ancak, alışmadık götte don durmaz, derler ya, bu sefer çiftlik sakinleri Grace'i sahipleri gibi görmeye başlıyorlar. Trier bu filmde köleliği eleştiriyor mu, yoksa alttan alta destekliyor mu, bu biraz düşündürücü.


Grace'i Dogville'de Nicole Kidman, Manderlay'de ise Bryce Dallas Howard oynuyor. Nicole Kidman'ın oyunculuğu Dogville'i, fikirler ve anlatım ise Manderlay'i daha değerli kılıyor benim gözümde. Üçüncü film gelirse yaşadık, ama Trier şu sıralar kafayı seksle bozmuş durumda; biraz zor.

Holibok filmlerinin cafcaflı havasından biraz sıyrılmak istersen Dogville ve Manderlay bütün gerilim ve heyecanıyla oracıkta duruyor.

Onor Bumbum'umuzu Mu?

Bi' iş arkadaşım dinlediğim müzikleri görüp "dur sana birini önericem, kesin seversin" demişti. Dinlediklerim arasında hiç elektronik müzik de yoktu, neden önerdi bilmiyorum. Neyse, iyi de yapmış Onor Bumbum linki atmakla. Modern aşk hikayeleri anlattığını iddia ediyor Onor Bumbum. Orasını bilmem, ama elektronik müzik dinleyeceksem bu kıvamda olmasını isterim, diye düşünmemi sağladığı kesin.

En sevdiğim Bum bu

Tanıştıktan sonra mesailer Onor'la geçti bir süre. Sonra Ghetto'da bir konserine gittim. Hatta gözlüklerimi takmadığım için Onor Bumbum'dan önce sahneye çıkan elektronik müzikçiyi o sanıp; "Bu Bumbum da amma dandikmiş ha, pek fos çıktı" falan demiş, konseri terk etmeye yeltendiğimde sahne önünden geçerken o olmadığını fark edip bir saat daha o zırıltıya katlanmıştım. Her kimse kusura bakmasın, çok kötüydü. Sıra Bumbum'a geldiğinde tabii ki görüşüm değişti, çünkü sahnede kendi şarkılarını mahvedenlerden değil Bumbum. Epey eğlenmiştim.

Bunlar olurken yıl 2011'di ve bir daha Bumbum'u göremedik; çünkü kendisini Amerika'ya kapattı. Ara ara birkaç şarkı daha attı önümüze ama ilk albümün etkisini yaratmadı tabii ki. Bir zamanlar e-posta listesine kayıt olmuştum. Her pazartesi bize komik tekerlemeler ve sendromu yenmemiz için bir playlist atıyordu. Şimdilerde onu kesti, Facebook'tan ara ara Spotify listeleri yapıp gönderiyor. Elektronik müzik seviyorsan bu adamın tavsiyelerine kulak verebilirsin. Hatta onu dinleyebilirsin bile!

İçerikleri Cebinden Çıkaran Uygulama: Pocket


Benimki gibi Big Brother'la yarışan bir şirketin varsa ve öyle internette gönlünce makale okuyamıyorsan, video falan izleyemiyorsan, gün içinde sağdan soldan gelen linkleri toplayıp, akşam evden -henüz- kısıtlanmamış internetinden bunu kolayca yapmanı sağlayacak bir uygulama var; ismi Pocket.

Pocket'ın kindle ve akıllı telefon uygulamaları da var. Chrome eklentisi sayesinde bilgisayarından tek tıkla sayfaları Pocket'a atabiliyorsun. Sonra ister telefonundan ya da tabletinden, ister bilgisayarından Pocket hesabında hepsini bir arada görebiliyorsun.

Mesela çok yoğunsun ve arkadaşın sana Skype'tan komik videolar gönderip duruyor. Sayfaları tek tıkla Pocket hesabına atıyorsun. Otobüste eve giderken telefonundan Pocket'ını açıp kaçırdığın videoları izliyorsun.

Uygulamanın güzel bir yanı da cebe attığın içerikleri video, makale, web sayfası olarak sınıflayabilmen. Beğendiğin içerikleri favorilerine ekleyebiliyorsun, sosyal medyada paylaşabiliyorsun ya da okudum, deyip arşive atabiliyorsun. Üstelik makaleleri direkt Pocket üzerinden okuduğun için başka sayfaların yüklenmesini beklemekle vakit de kaybetmiyorsun.

Ben buraya yazıların sonuna da Pocket butonu koydum, olur da üşenirsen atar cebe, sonra okursun.

Kabak Yalnızca Bir Sebze Değildir

Benim Kabak'a ikinci gidişimdi bu. Aslında iki yıl üst üste böyle cennet gibi sakin ve huzurlu bi' yere tatile gidince insan kendini biraz yaşlanmış hissediyor. Benden geçti herhalde, diyorum. Öyle yol kenarında otostop çeken, kim nereye giderse sürüklenen, günün her saati eğlence ve heyecan arayan insan içimden koşarak kaçmış. Geriye "şşt, sessiz kulaç at, kitap okuyorum!" diye söylenen kabı kalmış.

Kendimi sorgulamayı ve geçmişi özlemeyi bi' kenara bırakırsam Kabak'tan bahsetmeye başlayabilirim sanırım. Dünyanın her yerini tabii ki gezmedim ama şunu söyleyebilirim; Kabak, en azından buralarda bulabileceğin en güzel renkli denize sahip. Etrafta da harika koylar var, hem denize girilecek hem de öylece dakikalarca bakılacak koylar. Yirmi dakikalık mesafedeki Kelebekler Vadisi'ne yaklaştığımızda güzellikten nutkum tutulmuştu. Tabii yaklaştıkça her şey değişiyor; turizmin Allah belasını versin! Koskoca günde sadece bir tane kelebek gördük, tepemiz yana yana yarım saat yürüyüp, insanların sırayla duş gibi altına girdiği şelalede ıslandık ve sahildeki gerçek kayaların içine yapılan rock barda bi' bira içtik; bu kadar. Her şey sırayla yapılıyor, müze gibi. Yerebatan'daki deliğe parmak sokmayı bekler gibi bekliyorsun doğanın ortasındaki müthiş güzellikleri görebilmek için. Ben sevmiyorum.


İkinci sene değişiklik yapıp Kabak'taki dağların içine gizlenen şelaleye gittik. Yanımızda yarım şişe su vardı sadece ve daha yolun başındayken saçıma tutunan salak arı da bizimle tepelere çıkmaya niyetliydi. Yüz metrede bir ağlamak için durarak onca yolu kat ettim. Ama sonunda bulduğumuz şey gerçekten cennetten çıkmaydı. Değdiği anda donduran bir su, aşağıda minik bi' gölet oluşturmuş. Üzerinde öylece düşmüş çiçek yaprakları falan. Görüntü lüks otellerin SPA salonlarını andırıyor. Kraliçe arıyı ve susuzluktan çürüyen ağzımı tamamen unutup tatilin en güzel dakikalarını geçirdim orada. "Dünyada bunlar varken biz neden çalışıyoruz?" diye birbirimize sorup durduk açık ağızlarla. Kendimizi dondurma yapana kadar batıp çıktık gölette. Tüm işkencelere değermiş, denemelisin.


Diğer günlerin çoğunu deniz kenarında kitap bitirme yarışması yaparak ve adını "şarkışla" koyduğumuz o müthiş tatil şarkıları listesini dinleyerek geçirdik. Akşamları da gökyüzünün altında öylece yattık.

Biz Kabak'ta Turan Hill Lounge'da kaldık. Burası, civarda oda fiyatı uygulaması olan tek yer sanırım. Denize hemen beş dakika yürüme mesafesinde, ama terasından ve restoranından baktığınızda denizin hemen üstünde kalıyorsunuz; manzarası harika. Bir başka harika olan şeyi de yemekleri, özellikle tatlıları. Daha sabah uyandığımızda "akşam hangi tatlı çıkacak acaba?" diye sorup durduk hep.


Konfor arayan, titizlik takıntısı olan, su parklarında götünü çürütmeyi seven ve klimasız tatil geçiremeyenlerin gitmesine gerek yok. Ne Kabak, ne de Turan Hill seni mutlu edebilir o zaman. Seni Ölüdeniz'e doğru alalım canım, sıkışın biraz, daha yer var arkalarda, görüyorum.

Bereket Bize Pierogi Yapsana!

Bir iş görüşmesinde "şimdi öleceğini bilsen ne yemek istersin," diye sormuştu biri, hiç düşünmeden mantı demiştim. Yüzünü buruşturup, çok gelenekçi biri olabileceğimi söylemişti. Ben de "fark etmez, sonuçta ölmüyor muyum," demiştim. Gerçi yemek konusunda gelenekçi olmanın ne zararı olabilir, bilmiyorum.

Polonya'ya gitmeden önce yemekler konusunda çok heyecanlıydım, çünkü her gün mantı yiyebileceğime inanıyordum. (Yedim de!) Mantının Polonya'da geçirdiği evrimle ortaya çıkan bir yemek pierogi. Bizdeki gibi haşlanmışı var, kızarmışı var. Bizdekinden farklı olarak bol bol malzeme çeşidi var. Ben ıspanaklısını, mantarlısını, etlisini ve çileklisini denedim. Hepsi birbirinden nefisti. Jakub bana pierogi'nin yapımını biraz anlattı, daha doğrusu ben ona anlattım, çünkü pek bir farkı yok mantıdan. Mantı hamurunu Kayseri usulü mini mini değil de bardakla falan kesip içine kocaman bir parça harç ekliyorsun, kapatıp kaynayan suya atıyorsun; ya da özel döküm tavada az yağda kızartıyorsun. Allah, kokusu burnumda!



Polonya'da sadece iki kente gittim; ama ikisinde de hemen her restoranda var pierogi. Gene de Varşova'da Zapiecek isimli restoranda yemekten daha büyük haz aldım. Yöreye özgü bir atmosfer var ve ortalık cıvıl cıvıl yöresel kıyafetlerle servis yapan garson kızlarla dolu. Bi' gün ekşi kremalı çilekli pierogi yaparsam, tatmaya beklerim.

Şimdi bu lezzet açlığıma Bereket Usta'nın pilav yanında yaptığı bol yağlı ve acılı yemeğiyle son vermeye gidiyorum. :(

Ohio Impromptu: Son Söz Sende Kaldı

Zamanda yolculuk için tek yön bir bilet verseler hiç düşünmeden Beckett'in yanına giderdim. Dünyayla ilgili edindiğim bir sürü sorunu ona borçluyum ve nedense içli dışlı tüm vücudumu boka bulasa da gözlerimi açtırdığı için ona minnettarım.

Ohio Impromptu, yani Ohio Doğaçlaması, Samuel Beckett'in yazdığı kısa bir oyun. Benim oyunla tanışmamı sağlayan ise oyunun filme çekilmiş haliydi. Jeremy Irons, Beckett On Film projesi dahilinde bu oyunda hem Dinleyici hem Okuyucu rolünde oynuyor. Sanırım saydığım isimler filmin ne denli başarılı olabileceğini işaret ediyor.

Oyunumuzda iki karakter var. Uzun beyaz saçları ve siyah kıyafetleriyle dikdörtgen bir masanın iki yanında oturuyorlar. Okuyucu dediğimiz karakter, Dinleyici dediğimiz karaktere bir kitabın son sayfalarını okuyor. Sonlardan korkan dinleyici de elini ara sıra masaya vurup okuyucunun okuduğu son cümleyi tekrar ederek okumaya devam etmesini sağlıyor. Ancak Okuyucu, anlatılacak hiçbir şey kalmayana dek okuyor ve oyun bitiyor. Bitiyor...

Beckett'ın bu oyunda sevgili dostu James Joyce'u betimlediği de düşünülmüş, ancak bir açıklamasında aslında bu oyunda karısından ilham aldığının sinyallerini vermiş. Kırk küsür yıllık birlikteliklerinde karısının sürekli öldüğünü düşünen Beckett, bunun nasıl dayanılmayacak bir şey olduğunu Dinleyici'nin yasında göstermiş, belki Dinleyici'nin elini sürekli masaya vurması da Beckett'ın bitişin, ölümün geciktirilmesi, mümkünse hiç gelmemesi için yaptığı bir harekettir.

Ohio kelimesini biraz araştırdığımda da harflerinden dolayı Beckett'ın bu kelimeyi seçmiş olabileceğini gördüm. Beckett deyince aklımıza gelen boşluk, yokluk, hiçlik kelimeleri Ohio'nun iki O'sunda temsil edilmiş olabilir. Aradaki "i" ise doğum ve ölüm gibi kocaman birer boşluk arasında sivrilen hayatımızı temsil ediyor olabilir, ya da sadece "ben"i. Okul biteli çok oldu, açıkçası metin incelemeyi biraz unuttum, kusura bakma.

Gene de Beckett'ın beni ağzım açık saatlerce tavanlara bakarak düşündürmesini çok seviyorum. Son sözü söyleyen mi son sözü söylemiştir gerçekten? İzlesene...

İş yerinden Youtube'a giremeyen biri olarak umarım yanlış videoyu koymuyorumdur.

Beynime Beynime Lumosity


Aklıma gelmeyen her kelime için "turnike" kelimesini kullanmam sanırım Can'ın dikkatini çekti. Belki de en baştan beri beynimin gerçekten teklediğini görüyordu ki bana bu uygulamayı önerdi. "Bilmemne yapıyormuş, sen de yapsana her gün."

Zihin sağlığını ve günlük hayatımızda çeşitli darbeler alan beynimizin performansını biraz artırmak için geliştirilen bir program Lumosity. Henüz Windows Phone'da olmadığı için iPod'da oynuyorum. Evet oynuyorum, çünkü benim için heyecanlı bir oyun bu uygulama. Web sitesine ya da uygulamaya ücretsiz üye olabiliyorsun. Sana her gün üç zihin egzersizi veriyor ve sen günden güne gelişmeye başlıyorsun.

İşin bilimsel kısmını bilmiyorum. Egzersizleri yaptıktan sonra çıkan beyin analizime baktığımda hâlâ bir şey anlamıyorum. Belki zamanla onu da anlamaya başlarım, kim bilir. Uygulama sayesinde dikkat dağınıklığıma çözüm bulabileceğimi umuyorum sadece.

Kimi zaman yürüdüğüm için konuşamadığım, çoğu zaman doğru kelimeleri bulamadığım için Can'ın bu eğlenceli "tedavi" önerisine hayır diyemedim. Egzersizleri her gün yapmayı unuttuğum oluyor, umarım bu unutkanlığımı da geçirecek egzersizler gelecek ilerleyen zamanlarda.

Çok beğenirsem paraya kıyıp ücretli turnikeye de geçerim diyorum.

Seksenler Doksanlar Değil; That 70s Show


ÖSS'ye adanmış bir hayatı olan her liseli genç kız gibi ben de televizyon izlemiyor, her akşam sekiz şekerli bir fincan kahve eşliğinde uslu uslu testlerimi çözüyordum. Ama kendimi bir şekilde ödüllendirmem gerekiyordu. Tam olarak ne zaman olduğunu bilmiyorum ama bir akşam okuldan eve geldiğimde TV8 açıktı ve bir dizinin ilk bölümü başlamıştı. İçinde benim yaşımda Amerikalı gençler vardı. Kıyafetler, müzikler, tavırlar da yetmişlerden kalmaydı. Orta okul ve lise yıllarımda 60lar, 70ler ve 80ler'de yapılan müziklerden oluşan bir arşivim vardı. Arşiv dediğim de doldurma kasetler işte. O yüzden bu dizi ilk bölümünde hemen dikkatimi çekti. O zamanlar TV8 yabancı dizileri altyazılı veriyordu. (Daha sonra That 70s Show'u dublajlı yayınladıklarını annem görmüş, hiç beğenmemiş.)

Neyse, ben her okuldan geldiğimde bunları izler oldum ve hayatımın ilk gerçek komedi dizisine lise yıllarımda kavuştum. Topher Grace'in Eric hali hâlâ en sevdiğim halidir. Onun saflığı ve inceliği (fiziksel olarak) bana çok tatlı geliyor. Ne zaman That 70s show izlesem Eric'çiğime üzülüp duruyorum. Maskülen ve baskın tavırlarıyla Donna, pek sevdiğim bir karakter değil, diğer kadın karakterler olan Jackie, Kitty ve Laurie de fazla bıcır bıcırlar ya da cinsiyetleriyle fazla öndeler. Tabii bunları lisedeyken düşünecek değilim, ama hiçbirine o kadar da ısınamadım.

That 70s Show'da herkesin tanıdığı ve çoğu insanın beğenmediği Ashton Kutcher da var ve bence serinin en komik, en tatlı karakteri o. Daha sonraki işlerini -Kelebek Etkisi hariç- hiç bilmiyorum, çünkü bu adam benim gözümde Kelso olmaktan öte gidemiyor. (Öyle de kalsındı!) Şu herkesin bayılarak izlediği The Big Bang Theory'deki Raj karakterini gördükten sonra diziye ancak bir sezon katlanabilmiştim. Bunun sebebi Raj'ı direkt That 70s Show'daki Fez'den çakmış olmalarıydı. Fez, daha önce hiçbir dizide ya da filmde yaratılmamış, ismini hiçbir zaman öğrenmediğimiz "yabancı" karakter. Yabancı ve genç bir erkek ne kadar güzel anlatılırsa, Fez de o kadar güzel anlatılmış. Müthiş bir oyunculuk yeteneği, harika esprilerle buluşuyor; Fez benim favori yabancım!

Her gençlik dizisinde böyle cool, umursamaz bir karakter vardır. İşte Hyde onların babasıdır. Son iki sezonda karakteri biraz paramparça etmiş olsalar da Hyde'ın bazı repliklerini hâlâ unutmam. Sol yanağı kaldırıp "whatever" demeyi Hyde'dan öğrendik!

Bizim Ferhunde Hanımlar gibi uzun soluklu bir dizi aynı zamanda That 70s Show. Lise yıllarımda diziyi bitiremediğimden tüm sezonlarını indirip bir ayda falan izlemiştim. Sekiz sezon katlanabilirsen ne alâ, çünkü katlanmayı zorlaştıracak şeyer de oluyor şimdi "spoiler" olmasın diye söyleyemiyorum.

"Hello ladies!"

Cocoon, Beni Sallasana

Bi' gün gene depresyondayım, gene beş altı gündür yatağımdan çıkmamışım. Uyandığımda yorganın içinde geceden kalma bardaklar bulduğum kötü zamanlarımdan sadece biri. Youtube'da ordan oraya zıplıyorum ve karşıma bir ikilinin videosu çıkıyor. Hangi şarkıyı çalacaklarını çekilişle belirliyorlar ve karşımda benimkinden siyah olmasa da siyah beyaz bir yatak odasında bu ikili birden şu harika şarkıyı söylemeye başlıyorlar. İlk dinleyişte sözlerini ezberime atıyorum, şarkıyı tekrara alıp aylarca depresyonumda süzülüyorum.


Ben böyle folk, indie tarzı hafif müziği seviyorum. Kesinlikle müziklerini tanımlayacak uzmanlığa sahip değilim. Ama en azından bu şarkının benim birkaç ayımı delik deşik ettiğini söyleyebilirim. Myspace'te üyeliğim olduğu zamanlarda sürekli albümlerinde olmayan şarkıları dinleyip aptal aptal övgü mesajları bile atıyordum. Evleneceğim zaman dans şarkımızı onlar söylesin istemiştim. Fakat mesajlarıma cevap alamadım. Bunun kısa bir süreliğine de olsa beni evlenmekten soğuttuğunu da söyleyebilirim.

Albümlerine "My Friends All Died in A Plane Crash” ve ”Where The Oceans End” diye isim koyan bu tatlı Fransızlar, seslerini yeterince kısıp bazı çöküş anlarımda hâlâ tek dostum oluyuyorlar.

Gel bakalim Mark, sen de gel Morgane; şuraya oturun da iki çay söylim size. Canınız sağ olsun.

Etsy.com, El İşinin İçinde Bir İş Var


Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bir topluluk. Bu açıdan "ev hamınları"na ekmek kapısı olabilecek bir  e-ticaret mecrası Etsy. İnternette "retro" ya da "vintage" gibi kelimeleri araştırdığında hemen karşına çıkıyor. Etsy'de Dr Who aratıp 250 sayfa ürün incelediğimi biliyorum bir gün boyunca.

Dünyanın her yerinden, çoğunlukla el işi ürünlerin satıldığı bir web sitesi Etsy. Ne yaratıcı, ne akıllı, ne renkli insanlar var etrafta! Üye olup Türkiye'ye gönderim yapan kullanıcıları filtreleyebiliyorsun; ya da kendi dükkanını açabiliyorsun. Sistem bizim gittigidiyor gibi işliyor, satıştan küçük bir komisyon alıyorlar. Yoktan yarattığın şeyler için çok da büyük bir kayıp değil. İstediğin ürünleri üst taraftaki kategorilerden de bulabilirsin. Ama direkt arama kutusuna yazarak daha başarılı sonuçlar aldım şahsen. Kendilerini sosyal mecralarda da takip ediyorum ve vakit buldukça bloglarından ilham alıyorum.

Bence Etsy çok eğlenceli. Yeterince zamanım olsa da Etsy'de satacak bir şeyler yapabilsem keşke.

Ayn Rand'ın Ben'i Ben Olabilir Mi?

Atlas Vazgeçti'yle bilinen yazar Ayn Rand'ın okuduğum tek kitabı Ben. En sevilen distopyaların başında gelen Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Cesur Yeni Dünya'ya ilham vermiş Biz'den ilham alan kısacık bir hikâye. Önemli olan boyu değil, işlevi ya da it's bigger on the inside, derler ya. Öyle de kocaman bir derinliğe sahip. İnsanları birey olarak görmeyen, baskıcı ve yasakçı bir düzenin karanlığından çıkan bir parça ışık anlatılıyor bu hikâyede.

"Ben" kelimesinin bilinmediği bir ülkede içgüdüsel olarak özgür kalmaya, "ben"i oluşturmaya çalışan bir adamın bilinmeyen bir gelecekte geçen öyküsü. Ayn Rand, kişinin kendini toplumdan, "biz"den, sözü edilen "kardeşlik"ten ayırıp birey olarak tanımaya başlamasını, "ben" kelimesini öğrenmesini çok güzel işlemiş aslında. Elektriğin yeniden bulunuşuyla kazanılan özgürlük, doğada devam ediyor ve kendi içinde gene bir kısır döngüye giriyor. Sonsuz ve tam özgürlüğe kavuşulduğunda hissedilen toplum ihtiyacı ise gerçeklerle ilgili sarsıyor bizi.

Düzenlerin insanın yaşam biçimine etkili olabileceğini, ancak duygularını hiçbir zaman öldüremeyeceğini anlatıyor.Bu distopyanın bir benzerini yaşayanlardan biri olarak, bu incecik kitaptan sızan ışıkla biraz umutlanıyorum. Daha iyi yürekli ve aydınlık bir toplum için...

Aşk kelimesiyle tanıştırılmamış bir adamın ilk kez karşılaştığı bu hissi anlatmasına da bak;

"Sanki ışık yukarıdan değil de dersinin altından geliyor. Omuzlarının üzerinde düşen bir yaprağa bakıyoruz, üstündeki bir damla çiğin bir mücevher gibi parladığı bu yaprak boynunun kıvrımında duruyor."

eXistenZ: Sanal Gerçeklik Oyunu


Macera ve bilim-kurgu tarzının bendeki anlamı eXistenZ. Bir filmi film yapan kurgusu, oyuncuları ve karanlığıdır benim için. Bu filmde üçü de var. İçim yeterince daraldı, yeterince heyecanlandım, Jennifer Jason Leigh ve Jude Law'ın aslında birer oyuncu olduğunu film bittikten iki üç saat sonra hatırlayabildim.

eXistenz diye bir oyun var; Play Station oyunu gibi düşün. Ancak PS kadar acısız ve sanal değil. Oyunun yarattığı sanal dünyaya geçiş yapıyorsun, öyle düğmesine basıp kapatamıyorsun. Çünkü oyun pod denilen bir aletle sinir sistemine yerleştiriliyor omur iliğinden. Yaşadıkların, düşündüklerin, duyguların, beyninden geçen her şeyden haberi var eXistenZ'in. Tamamen beyninin yönettiği bir oyun düşün işte. Senin hayatın, senin isteklerin, düşlerin; ama tamamen sanal. Bu dünyanın gerçekliğine ya da o dünyanın sanallığına inanmaya ne kadar devam edebilirsin? İç içe geçmiş bir dünyada kaybolmaya ne kadar hazır olabilirsin?

Cronenberg, teknolojiyi ve insanların kendilerini teknolojiye bu kadar teslim etmelerini oldukça sert eleştiriyor bu filmle. Oyunla yatıp oyunla kalkan insanları gördükçe, bunun sonu ne olacak, diye düşünürsün ya; işte eXistenZ o sonu gösteriyor. Gerçeğin ötesini gerçekle örten, gerçeği bulandıran, kafamın içine eden bir filmdi.

“eXistenZ’a ölüm, Allegra Geller’a ölüm!”

Bana Yaz

Ad

E-posta *

Mesaj *